Yazarlar ve kullandıkları yazı gereçlerini içeren konuları ele alacağımız röportaj dizisinin ilkini Mario Levi ile gerçekleştirdik. İstanbul deyince akla gelen yazarlardan olan Mario Levi’nin ilk kitabı 1986’da yayınlandı. O günden bu yana Türk edebiyatına roman ve öykü dalında önemli eserler bırakan Levi 1990 yılında “Bir Şehre Gidememek” adlı kitabıyla Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, 2000 yılında “İstanbul Bir Masaldı” adlı kitabıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. Mario Levi yazarlığının yanı sıra özel bir üniversitede iletişim eğitmeni. Ayrıca yazı atölyelerinde, bu yola gönül vermiş insanlara Yazı Yaratımı dersleri veriyor.
Pandemi sürecinde çevrimiçi derslerinin yoğunluğu esnasında bize vakit ayıran usta yazar sıcacık sohbeti, tane tane konuşması ve harika sesiyle bizleri karşıladı. Kendisi sorularımızı, romanlarını kaleme aldığı kitaplarla dolu çalışma odasında, kalemlerinin ve mürekkeplerinin arasından içtenlikle yanıtladı.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Aslında farklı meslekleriniz oldu kendinize ne zaman ilk olarak ben artık yazarım dediniz.
Nasıl başladığını söyleyebilmem çok zor. Ortaokulda, lisedeyken en çok sevdiğim dersler edebiyattı, kompozisyondu. Çok kitap da okuyordum ama yazarlığı, içinde bulunduğum çevrede pek itibar görmeyeceğini bildiğimden, pek düşünmüyordum. Sonra üniversitede şartlar Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde okumamı getirdi. Orada kendimi bambaşka bir ortamın içinde buldum. O günlerde edindiğim bir dostum da bana yazmam gerektiğini söyleyince kalemi ciddi bir şekilde elime aldım. Şimdi, yaşadıklarımı aklıma getirince, yazarlığın benim için bir seçim değil, bir kader olduğunu düşünüyorum.
Yazmak sizin için neyi ifade ediyor? Kaleme aldığınız romanları düşünürsek yazarlığınızı nasıl tanımlarsınız?
Bir meslek değil benim için artık yazmak, onun çok ötesinde, hayatın kendisi artık. Yıllardır, ne yaşarsam yaşayayım, yazmaya göre yaşıyorum artık. Hayatı en çok öyle anlamlandırabiliyorum. Nefes almak gibi bir şey… Aklınıza gelecek tüm farklı manalarıyla… Benim hayatım edebiyata adanmış bir hayat.
Bir röportajınızda edebiyat mirastır demiştiniz sizin gözünüzle edebiyat dünyasına bırakacağınız mirasınız ne olacak?
Buna başkaları karar verecek. Yazdıklarımı okunmaya ve hatırlanmaya değer bulanlar… Kahramanlarım yaralı insanlar… Ben en çok onlara sahip çıkmak istedim. Seslerini yeterince duyuramayacaklarını düşündüğüm için de onların sesi olmaya çalıştım. Bir de İstanbul’un her geçen gün biraz daha çok kaybolduğunu gördüğüm değerlerine sahip çıkmak istedim. Unutturmamak ve hep hatırlatmak… Daha ne olsun…
İstanbul denince akla gelen yazarlardansınız, bir yazar olarak bize İstanbul ile olan ilişkinizi anlatır mısınız?
Tarihi bilen biliyor. Beş yüzü yılı aşkın bir süredir İstanbullu olan bir ailenin çocuğuyum. Bu tarihin getirdikleriyle yoğruluyorsunuz. Şehre ait farklı kültürlerle de… Ne gibi duygular uyandırıyor bu ilişki? Bazen keder bazen sevinç. Bazen yerlilik bazen yabancılık… Bazen sevgi bazen öfke, hatta nefret… Ama hepsi çok ilham verici. İstanbul olmasaydı tüm bu yazdıklarımı yazamazdım.
İstanbul’un semtlerini ele alan gördükleriniz ve görmedikleriniz serinizi bize anlatır mısınız?
Yedi ciltlik bir roman projesi bu. Ama hiçbiri birbirinin devamı değil. Hepsi birbirinden bağımsız. Her biri İstanbul’un bir semtinde ve haftanın bir gününde geçiyor. İlk üç cildi yayınlandı. “Bir Cuma Rüzgarı” Kadıköy’de, “Bu Salı ve Her Salı” Şişli’de, “O Pazartesi” Eminönü’nde geçiyor. Dört cilt daha var. Onlar da yazılacak inşallah.
Deyim yerindeyse Türkçe’ye olan aşkınızı biliyoruz bize bu konuda ne söylemek istersiniz?
Çok söyledim ve hep söyleyeceğim. Bu sadece bir dil aşkı değil çok daha derinlerde hayat bulan bir duygu. Türkçe benim en derin vatanım. Bu söylediğimi de isteyen istediği gibi anlasın artık.
Kalemle olan ilişkinizi tarif eder misiniz? Bir yazar için kalem ne demektir?
O da çok özel bir ilişki. Ben bütün romanlarımı ve hikâyelerimi defterlere dolma kalemle yazıyorum. Özel dolma kalemlerim ve onlarla ilgili ritüellerim var. Tabii mürekkeplerim de… En çok yeşil mürekkeple yazıyorum. Neredeyse her zaman… Arada sırada da turkuaz ve sepya renkleri kullanıyorum. Nadiren de mor… Çünkü böyle yaptığımda yazdığımı daha çok hissediyorum. Elle yazma faslı bittikten sonra da bilgisayara geçiyorum. Hem böyle yaparak çağın baş döndürücü ama aynı zamanda birçok ayrıntıyı kaçırmamıza yol açan hızına da başkaldırabildiğime kendimi daha çok inandırabiliyorum.
Kalemlerinizi siz mi alırsınız yoksa hediye mi gelir?
İkisi de… Birkaç dolma kalemime küçük bir servet ödemekten çekinmedim! Tabii hediye edenler de oldu. Laf aramızda, bazıları cömert hediyelerdi! Onlar da yazdıklarıma değer verenlerden geldi. Hepsini çalışma masamdaki özel bir yerde tutuyorum, elim her an aralarından birine bir hikâye yazmak için uzanabilir… Hep sadık kaldıklarım ve sürekli kullandıklarım var ama o başka…
Sizin adınıza özel bir kalem yapılmasını ister miydiniz? Böyle bir proje gelse açık olur musunuz?
Çok isterdim hem de… Bu benim yazarlık hayatımın en güzel ödüllerinden biri olur…
Ve son olarak üzerinizde çalıştığınız projeniz nedir? Okuyucularınıza ne söylemek istersiniz?
“Gördükleriniz Göremedikleriniz” dizisi devam edecek. Bu yıl sonbaharda dördüncü cilt de yayınlanacak inşallah. Pandemi günlerinde başladığım bir romanım da var ama şu sıralar TRT 2 Kültür Kanalı için bir program hazırlığı içinde olduğumdan, biraz ara verdim. Senaryoların yazılması ve çekimler çok vaktimi alıyor. Buna bir de üniversitedeki derslerimi, çevrimiçi yazı atölyelerimi ve seminerlerimi eklerseniz, pek zaman kalmıyor. Yaz aylarında bu romana ağırlık verebileceğim umarım. Bir büyük proje daha var ama o da şimdilik sırrım olarak kalsın!
Reportaj: Mirey Nasi
Fotoğrafçı: Serkan Emiroğlu